• Ana Sayfa
  • Düş'ler
  • Rüyalar
  • Astromitoloji
  • İletişim
  • Daha fazlası
    • Ana Sayfa
    • Düş'ler
    • Rüyalar
    • Astromitoloji
    • İletişim
  • Ana Sayfa
  • Düş'ler
  • Rüyalar
  • Astromitoloji
  • İletişim

Rüyalar

9

 

Sisli bir sabah ağır bir atmosferin içinde, iş dünyasından arkadaşlarla bir konferans salonunda buluştuk. 

Devasa avizeyle aydınlanan bu ortamın havasında büyük bir ağırlık vardı. 

Herkesin yüzünde farklı bir maske... Bazıları sahte gülümsemelerle süslenmiş, bazıları sert ve mesafeli.  

Şatafatlı giysilerin, sinsice süzülen hırsın gölgesinde, toplantının karmaşasında ilerledim.

Ortamdaki gerginliğin ardında, bir şeylerin yolunda gitmediğine dair sessiz bir anlayış hakimdi.

Salonun bir köşesinde oturduğum yerden kalabalığı izledim.

Konuşmaların arasında kaybolan bir fısıltı, bir başkasına uzanan bakışlar…

İş dünyasının mekanik dili, ezberlenmiş ifadeler, ve yaldızlı stratejilerle süslenmişti.. Sözlerin altı bomboştu. 

Bu toplulukta herkesin bir sırrı vardı ve bu sırların ağırlığıyla hareket ettikleri hissediyordum.. Fakat bugün en büyük eksiklik direktörümün orada olmayışıydı.. 

Genelde bu tür toplantıların merkezinde yer alır, yaptığı açıklama ve söylevlerle dikkat çekmeyi bir şekilde başarırdı.

Toplantının ardından, bitkin bir kalabalık olarak binadan çıktık. 

Kimileri birbirlerine veda ederken, kimileri daha mesafeli adımlarla yollarına koyuldular. 

Kalabalıktan sıyrılıp ilerlerken, aniden gözüm köşe başında beliren bir silüete takıldı. Direktörüm. 

Gözlerindeki derin, ağır ifadeyi fark ettiğim an, kötü bir haberin kokusunu almıştım. 

Beni kenara çekti, “Biraz konuşabilir miyiz dedi.”

Sesi, her zamankinden daha derindi.. tıpkı bir kuyunun içinden gelen yankı gibi

“Ayın 9unda işine son verilecek”, dedi. “İşler çok kötü, hiçbir şey yolunda gitmiyor.” 

Sözleri havada asılı kaldı. Dünya adeta ağır bir çark gibi dönmeyi bıraktı. 

Sözlerinin ağırlığı, o an yalnızca işimi değil, geleceğimi de elimden alıyormuş gibi hissettirdi. 

Ardından beklenmedik bir şekilde , “Kalacak yerim yok” dedi. O güçlü görünen insan, kendisine sığınacak bir yer arıyordu. 

Üzgünlük ve şaşkınlık arasında gidip geldim. 

Kelimeler ağzımdan dökülüverdi: 

“Bana gelebilirsiniz”. 

Birlikte yola koyulduk. 

Sokaklar sessizdi. Yol boyunca konuşmadık, yürüdük. 

Eve vardığımızda, kapının önünde gördüğüm manzara beni bir an afallattı. 

İhtişamlı, kömür karası bir at, başı dimdik ve kuyruğu bir bayrak gibi dalgalanarak orada öylece bağlı duruyordu.

Atın varlığı geceye mistik bir hava katıyordu. 

Sanki hep ordaymış gibi, varlığına alıştırmış bir his uyandırdı. 

Süzülerek yanından geçip, merdivenlere doğru ilerledik. Merdivenleri çıkarken, kapının üzerinde duran devasa büyüklükte “9” rakamı dikkatimi çekti. Bu sayı bir tesadüf olmazdı. Belki bu geceyi ya da geleceği şekillendirecek bir işaretti. 

9 numaralı kapımdan içeri girmek üzereyken, arkamızdan ayak sesleri duyuldu. Dönüp baktığımda iş dünyasından olmayan ama tanıdık gelen iki yabancının kapımda belirdiğini gördüm. Yüzlerindeki ifadeler nötrdü. Evin içine girip sessizce oturdular. Hiçbir açıklama yapmadan.. Onların varlığıyla ortam daha da garipleşmişti. Kim olduklarını sormaya cesaret bile edemedim. O an, hepimiz sessiz bir anlaşmayla kaderimizin nereye varacağını bekliyorduk.

Bu sıradan bir geceden çok uzaktı. 

Bu gece, yeni bir hikaye başlamıştı. 



Rüyalar

Tokat


Geceydi, ama saatin kaç olduğunu tam olarak kestiremiyordum. Yanımdaki dört arkadaşla birlikte, pek tanımadığım bir mahallede, terk edilmişe benzeyen bir eve girdik. Bu yerin tam olarak kime ait olduğunu bilmiyordum ama içerideki eşyaların dağınıklığı, tozlu koltuklar, yarım yamalak kapanmış perdeler buranın uzun süredir kimsenin düzenlemediği bir alan olduğunu hissettiriyordu. 

Amacımız neydi? Belki biraz kafa dağıtmak, belki sadece sığınacak bir köşe aramak… Hatırlaması zor, çünkü her şey rüya gibi flu.

Tam içeride sohbet etmeye hazırlanıyorduk ki, dışarıdan sert ayak sesleri duyuldu. Pencereden sızan sokak lambasının solgun ışığında, kapının önünde belirsiz gölgeler seçildi. Bir anda kapı gürültülü bir şekilde açıldı. İçeri sivil giyimli adamlar doluştu. Gözlerinden, yüz hatlarından ve takındıkları sert tavırdan polis olduklarını anlamak zor değildi. Sırtlarında rozet yoktu, ama elleri silahlarının yakınında, bakışları tehditkârdı. Bu, ansızın gelen bir sivil polis baskınıydı.

Herkes şaşkınlıkla birbirine bakarken, içlerinden biri yüksek sesle bir isim okudu. Duyduğum isim benimdi. Kalbim hızla atmaya başladı, arkadaşlarım endişeyle yüzüme baktılar. İçimde bir ürperti, bir korku belirdi. Tam olarak neyle suçlandığımı bilmiyordum. Üzerimde bir gizli utanç veya suçluluk yoktu ama bu kadar net bir şekilde ismimin okunması beni paniğe sürüklüyordu. 

Polis, sert bir ses tonuyla, “Dışarı çık!” diye bağırdı.

Yavaşça, bakışlarım yerde, ama kontrolü kaybetmemeye çalışarak adım attım. Kapının önüne çıktığımda sokak lambasının altında polislerle yüz yüze geldim. İçlerinden biri, bana yaklaştı. 

“Sen…” dedi, adımdan söz ederek, “Ne işiniz var burada? Anlat!” Sesi sert ve buyurgandı. 

İçimden gelen bir dürtüyle, tam olarak anlamadığım bir öfkeyle karşılık verdim. “Ne yaptım ben? Neden ismimi okudunuz? Bu yapılan haksızlık!” Dediklerim belki net değildi, belki korkunun verdiği gerginlikle ağzımdan dökülüyordu. Ama sözlerim polisin sinirini bozmuş gibiydi. “Bana akıl verme!” diye bağırdı.

Tartışma alevlendi. Ne söylediğimi tam anımsayamıyorum, ama kendimi savunuyor, bu baskının nedenini anlamaya çalışıyordum. Tam o anda, polis memuru hiç beklemediğim bir hareket yaptı. Yüzüme doğru aniden sert bir tokat patlattı. 

Sanki, bütün sokak bu tokatla birlikte aniden sessizleşti. Yüzümde yanma hissi, gözlerimde şaşkınlık ve öfke karışımı bir ifade belirdi.

Arkadaşlarım içerden çığlık attılar, kimi kapıya doğru koştu, kimi donup kaldı. Ben ise o tokadın şaşkınlığında, nefesimi kontrol edemeden kalakaldım. Polis memuru yine bağırdı, ama ne dediğini tam olarak duyamadım. Kulaklarım çınlıyordu. Gerçek mi, rüya mı, bilemiyordum. Etrafımdaki evin tozlu kokusu, sokağın lambası, polisin keskin bakışları… Hepsi birer film sahnesi gibi...bir anda donup kalmıştı.

O gece, o an, zihnimde bir kesit halinde asılı kaldı. Uyandığımda kalbim hâlâ hızlı atıyor, yüzümde o hayali acının izini arıyordum. Ne bir suçum, ne bir açıklamam vardı. Sadece anlam veremediğim bir baskın, okunmuş bir isim ve yüzüme inen o sert el… Rüyamın karanlığında kaybolurken, gerçeğe döndüğümde bile o anın tuhaf, rahatsız edici etkisini hissediyordum.

Rüyalar

Kısa sulu bir hikaye


Denize girmek istiyordum. Hava mükemmel, deniz çok davetkardı. Yanımda ne havlu, ne de mayo vardı. "Eve gidip, hemen almalıyım," diye düşündüm. İçinde ne taşıdığımı bilmediğim, sırtımda baskı oluşturan kocaman bir çanta ile yola koyuldum. Bir süre gittim, sonra yorulduğumu hissettim. Her adımda sırtım ve kolum biraz daha ağrıyordu. 

Yol üstünde küçük bir kafe buldum. Çantayla birlikte öylece, oradaki eski koltuğun üzerine yığıldım kaldım. Kahvemi beklerken, bir süre önce tanıştığım ama artık görüşmediğim, yakınen tanıdığım bir arkadaşımın tam solumdaki koltukta oturduğunu fark ettim. Yüzü yorgun, gözleri donuktu.

- "Ne haber, nasılsın? Epeyce yaşlanmış görünüyorsun," dedim. Ağzımdan istemsizce çıkan bu cümlenin onu biraz rahatsız ettiğini de hissettim

- "Yoğun bu aralar, iş, güç. Sen nasılsın?" dedi. 

Kısa bir sohbetten sonra, hiç beklemediğim bir şey oldu. "Kalk, benimle gel," dedi. 

"Sana bir sürprizim var."

"Nasıl?" dedim. "Ne sürprizi?"

"Gel, görürsün," dedi. Mecburen, çantamın ağırlığıyla peşine takıldım. 

Birlikte bahçeli, tek katlı, tatlı bir eve girdik. Kameralar, çalışanlar, koşuşturan insanlar.. Ortam, bir film setini andırıyordu.. İçinde bulduğum bu karmaşanın merkezine nasıl düştüğümü anlamaya çalışırken bir yandan da sürekli aklımda aynı düşünceler dönüyordu: "Denize girmem lazım." "Denize girmem lazım." Hava güzeldi, saat de geç oluyordu, bu tantanaya daha fazla dayanamayacak gibi hissediyordum.  

"Ben gidiyorum," dedim sonunda. 

Harekete geçtiğimde, bir grup insan şaşırtıcı bir şekilde, benimle birlikte dışarı çıktı. Sanki liderlerini takip eden bir kervan gibi, beni izliyorlardı.

Dar, taşlık ve yokuş aşağı bir yoldan inmeye başladık. Yol, bizi denizin kenarındaki küçük, derme çatma bir kulübeye götürdü. Tam denize yaklaşmanın verdiği huzuru hissetmeye başlamıştım ki, gökyüzü aniden karardı. Şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Etraf bir anda bir fırtınanın pençesine teslim olmuş gibiydi. Korkunç büyüklükte dalgalar oluşmaya başladı. Kulübe ha yıkıldı, ha yıkılacaktı. Artık kaçacak yerimiz kalmamıştı. Devasa bir dalga tüm gücüyle üzerimize doğru geliyordu. Kaçmak imkansızdı. Dalga kıyıyı patlattı ve bizi içine doğru çekti. Her şey çok hızlı oldu. Bir anda oldu. Işık hızıyla oldu. 

Denizin içinde, suyun üzerinde öylece duruyorduk. 

Sanki o fırtına geçmiş, ortam sakinleşmiş deniz beni kucaklamış "Sakin ol," diyordu. O an her şey yolundaymış gibi hissettim. Öylece, suyun üstüne sırt üstü uzandım ve suyun beni taşımasına izin verdim. 

Çanta gitmiş. Kargaşa bitmiş. 

Her şey koca bir dalganın altında yok olmuş gibi bir hisle uyandım. 

 


 


  • Düş'ler

Destekli